FUKAHA-İ KİRAMIN NAKİLLERİNİN

HULASASI VE BA’ZI İZAHAT

 

İHTİYAT

 

         Buraya kadar yazılan sözlerden kendisine kanaat getiremiyen de olursa kıldığı namazların Allah rızasına muvafık şekilde eda edilmiş olduğuna kaani olmak için son çare nedir?

         Evet şeri’atimizde bir ihtiyat meselesi vardır. Ona riayet eder, kendini kurtarır. İhtiyat demek, bir mesele hakkında ihtiyaf edilmiş ise o muhtelif sözlerin hangisiyle amel ettiğinde şüphe kesilmiş olacaksa onunla amel etmek demektir. Mesela teravihi hatmle kılmak sünnettir. Bunu ulemanın hepsi söylüyor. Lakin bu zamanda terkedilirse zarar yok diyenler de olmuş,  zarar var diyenler de olmuş. Bunun hangisini yaparsa şüphe kesilmiş olur. Bu malumdur ki hatm ile kılarsa şüphe kesilmiş olur. Bu sözlerin hangisiyle amel edeceğiz, biz de şaştık diyenler, hep sünneti işlemekten kaçanlardır. Ulema arasında ihtilaflı meselelerin hepsi böyledir. Onların içinde sağlam olanı herkesçe malumdur. İşte onunla amel eder kurtulur. Böyle ihtilaflı olan meselelerde ihtiyatla amel etmek şer’an mendub olup, onun üzerine de ayrıca sevab terettüb eder.

         İhtiyatın şer’de büyük bir ehemmiyeti vardır. (Merakiül-Felah) haşiyesi (Tahtavi) : İhtiyatla amel şer’an matlubdur. Bahusus ibadete müteallik olan yerlerde pek mühimdir, diyor. (113) (Tahtavi; S. 123, okuma bahsi)  (Cevhere) kitabı dahi ayniyle böyle söylüyor. (21). (Tahtavi) de salatı vitir İmim-ı Azam’a göre itikaden vacib ve amelen farzdır. İmameyn’e göre sünnettir. Sünnet olduğuna göre her rekatte fatihadan sonra zammı sure lazımdır. Lakin farz ve vacib olduğuna göre birinci ve ikinci rekatte lazım, üçüncüde lazım değildir. Lakin okunsa da bir zarar yoktur. Bu namazı her iki tarafın da beğeneceği şekilde eda etmek ihtiyat olup, ihtiyat da şer’an matbul olduğundan ulema bunu ihtiyat esası üzerine şu suretle tertib etmişlerdir. Bunu farz, cavib bilmeli, vaktinden geçecek olursa kaza etmeli ve sünnet bilmeli, üçüncü rekatte dahi zammı sureyi terk etmemeli. Bu üçüncü rekatteki fatihadan sonra süre okumak meselesine İmam-ı azam ne der, lazım değildi ama zararda yok der. Buna İmameyn ne der,  okumak lazım idi, iyi yaptın der.  Vaktinden geçip de kaza ettiğinde İmam-ı azam ne der, kaza etmek lazım idi, iyi yaptın der.

         Buna İmameyn ne der, lazım değildir amma zararı yok daha iyidir, der. İşte her iki tarafın da beğeneceği şekle koyup hiçbirine karşı suçlu kalmamak ihtiyat olup, bu da şer’an matbul olduğundan bu şekle koymuşlardır, diyor. (114) (Tahtavi , Vitir bahsi)

         (İbn-i Abidin) de : Bir adam mahalli avretine eline dokunsa, yahut bir hatuna bedeninin bir tarafı dokunmuş olsa bizim mezhebimizde abdest bozulmaz ama başka mehablerden bozulur diyenler vardır. Onlara karşı da suçlu kalmamak için bir abdest almak ihtiyattir, mendub olur. Yani din işlerinde şüpheye mahal bırakmadığı için ayrıca bunun için de sevab alır, diyor. (115) (İbni Abidin C. 1, S. 108 Abtez bahsi)  Esasen böyle yapmakla kendi mezhebimize mulaif bulunmuş da olmuyor. Bizim mezhebimize göre bunun hükmü, tekrar abdest almak lazım değildi, amma abdest üzerine abdest (nur ala nur) dur, daha güzeldir. Sair mezheblere muhalefetten kurtulmak için böyle ihtiyata riayet etmek mendub olduğu gibi kendi mezhebimiz içindeki ihtilaftan kurtulmak için daha ziyade mendub olacağı tabiidir.

         (İbn-i Âbidin) : Asr-ı evvel, asr-ı sani ve işayı evvel, işayi sani meseleri, İmam-ı Âzam ile İmameyn arasındaki ihtilaftan ileri gelme olup, bu husustaki (ihtiyatı) anlatmak için diyor ki (Sirac) kitabında (Şeyhülislam) dan naklan : Öğle namazını asr-ı evvel vaktine bırakmadan kılmak, ikindi namazını da asr-ı sanide kılmak, gerek İmim-ı Âzamın ve gerek İmameyn’in, iki tarafında beğeneceği şekilde kılmak  olduğundan ihtiyattır. Böyle kılmalıdır diyor. (İbn-i Âbidin) , kendisi de:  Asr-ı evvelde namaz cematle kılınacak olursa, asr-ı sani  vaktine burakıp da yalnız kılmak, asr-ı evvelde cemaatle kılmaktan iyidir. Hatta bir adam İmam-ı Âzamın sözünü İmameyn’in sözünden daha sağlam itikad ederse o adam için asr-ı evvelde kılmak hiç olamaz, asr-ı sanide kılması vacib bile olur. Bu noktaya dikkat etmelidir, diyor. Ve yine (İbn-i Âbidin) diyor ki (Münye) şerhinde bazı fetava kitablarından naklen : Eğer bir camiin imamı yatsu namazını işayi evvelde kıldırıyorsa işayi sanide kendi başına kılmak işayi evvelde cemaatle kılmaktan iyidir, diyor. (116) (İbni Abidin, C. 1, S. 263 Namaz bahsi)  Namazı cemaatle kılmak hemen vacib derecesine yakın en kuvvetli bir sünnet-i müekkede iken ihtiyata riayet için terki evla oluyor. İhtiyatın ne dereceye kadar mühim olduğunu buradan anlamalıdır.

         Yine (İbn-i Âbidin) ve (Multeka) şerhi (Münteha-El Enhür)  kitabları Cuma namazından sonra zuhr-u ahir adiyle kılınan öğle namazı, evvelki ulema ile sonraki ulema arasında vaki olan ihtilafattan kurtulmak için ihtiyaten adet edilmiş olup, bunu kılmak mendub olduğunu hatta bazı kimseler için vacib bile olduğunu şu suretle anlatıyorlar:

         Cuma namazı sair namazlar gibi olmayıp, bunun sıhhati için bir çok şartlar vardır: Ezcümle evvela Cuma kılınacak yer;

1-     Mısır olmalıdır, kariyyelerde kılınmaz. Yani şehir olmalıdır, köylerde kılınmaz.

2-     Mısırda, yani şehirde: bir yerde kılınmalıdır. Eğer birden ziyade yerde kılınacak olursa hiçbirisi sahih olmaz. Mısır ne demek olduğuna gelince:

Mısır demek, inzibatını temin edecek amir ve davaları hal ve fasl edecek, ve ahkamı

İcra ve hududu ikame edecek sabit bir de kadı bulunan memlekettir. Eğer kadı, nahiye kadıları gibi gezici bir kadı olursa yine olmaz. Devamlı orada kalıcı olamalıdır, dediler. Bu tarif İmam-ı Ebu Yüsuftan rivayet olunuyor ve eshab-ı tercihten İmam-ı (Kerhi) Hazretleri, bu riyaveti seçmiştir.

         İmam-ı Âzam da şöyle tarif etmiştir. Mısır demek; muntamaz çarşıları, dükkanları ve zulmü defedecek valisi, ve meseleleri hal edecek alimi bulunan yerdir, diye tarif buyurmuştur. Zeylei de en doğrusu budur, demiştir.

         Hatta İmam-ı Ebu Yusuftan şöyle bir rivayet daha vardır. Mısır : içinde on bin nüfusu olan memlekete denir, demiştir.

         Bazı ulema da : her ahl-i sanatın sanatiyle geçinebileceği ve insanların yaşamak için muhtac olduğu her şey bulunan memlekete denir, demişlerdir. Daha buna benzer birçok tarifler vardır. Bazıları da şöyle tarif etmişlerdir. Cuma kılmakla mükellef olan adamları mevcut camilerinin en büyüğüne toplandığında cami almaz da cemaatin birazı dışarıda kalırsa işte böyle olan yere mısır denir, demişlerdir. Bu tarif de İmam-ı Ebu Yusufa  nisbet edilmektir. Bazı ulema bu sözü İmam-ı Ebu Yusufa yakıştıramadıklarından bu rivayete inanmamak istemişler ve şu yolda itiraz etmişlerdir. Mekke ile Medine, Aleyhissalatü vesselam efendimizin zaman-ı saadetlerinden bugüne kadar Cuma kılınan bir memlekettir. Binaenaleyh böyle olan memleketlere mısır demek ve Cuma kılınır demek lazım gelir. Halbuki gerek Mekke ve gerek Medine ahalisi toplandığında bir tane camiilerini dolduramıyorlar. Bir çok yerleri boş kalıyor. Eğer bu tarife doğru demek lazım gelirse Mekke ve Medine’ye  şehir demeyip köy demek ve Cuma kılmak caiz değil demek lazım gelir diye bu rivayeti çürütmüşlerdir.

         Müteahhirin-i ulemadan bazıları bu rivayete sahib olmuşlar, hatta bir köyde birkaç tane camii olsa en büyüğüne Cuma ile mükellef olan ahalisi toplandığında cami almaz derecede ise ve hatta bir tek camileri olsa Cuma ile mükellef olan ahalisini o camii almasa işte o köye de şer’an mısır yani şehir denir demişlerdir. Köylerde Cuma kılınmasına sebeb de bu söz olmuştur.

         Bir şehirde  yalnız bir yerde kılınmak meselesine gelince : İmam-ı Âzam, Cuma namazı bir memlekette yalnız bir yerde kılınırsa sahih olur. Fazla yerde kılınırsa  sahih olmaz buyurmuştur. Meğer ki büyük bir memleketin ortasından büyük bir nehir geçer de ahalisi bir taraftan bir tarafa geçemiyorsa o zaman her iki taraf ayrı birer memleket haline gelmiş olur. O zaman iki tarafta birer yerde kılmak caiz olur. Hatta İmam-ı Yüsuf Bağdad’ın  ortasından geçen Dicle nehrinin köprüsünün Cuma günleri kesilmesini emreder ve ahalisini bir taraftan bir tarafa geçemez bir hale getirir de  iki tarafta kılınmasını öyle müsaade ederdi. İmam-ı Ebu Yüsufun sözüne göre, ortadan böyle büyük bir nehir geçmiyorsa ve birkaç yerde Cuma kılınacak olursa hangi camiide evvel kılındıysa o sahihtir, diğerleri sahih değildir. Bu hususta ulema ihtilaf ettiler, hangisi evvel başladıysa mı yoksa hangisi evvel bitirdiyse mi? Bunun hangisi muteber olacaktır. Kimisi, kim evvel başladıysa onunki sahihtir, demişler. Kimisi de kim evvel bitirdiyse onun sahihdir, demişlerdir. Lakin doğrusu; itibar başlamağadır. Hangisi evvel başladıysa o sahihtir. Eğer hepsi beraber başladılar ise, yahut hangisinin evvel başladığı malum değilse hiçbirisi sahih olmaz demişlerdir.

         Yine bazı müteahhirin-i ulema : (İmam-ı Âzam’dan : Bir memlekette Cuma namazı kaç yerde kılınırsa kılınsın caizdir.) buyurduğu rivayetini de bulmuşlardır. Onun üzerine fetvalar verip bir memlekette birçok yerlerde kılınmağa ondan sonra başlanmıştır. Her ne kadar bu rivayet sahih olsada mademki hilafı da yine İmim-ı Âzam’dan  rivayet olunuyor ve İmam-ı (Tahavi), (Timurtaş), Sahib-ül Muhtar) gibi kibar-ı fukaha da bu evvelki rivayeti, yani birden fazla yerde kılınmaz riaveyetini mazbut görmüşler ve bunu ihtiyar etmişlerdir. (İtabi) de en zahir olan rivayet budur. Ve Şafiilerce de böyledir. İmam-ı Malikten meşhur olan rivayet de budur ve İmam-ı Ahmedden vaki olan iki rivayetin biri de budur. Hatta Şafiilerden (İmam-ı Sibka) bu söz ekser ulema sözüdür. Bir memlekette birkaç yerde Cuma kılmak caiz olduğu, ne eshab-ı kiramdan ne de tabiinden hiçbirinde işitilmiş bir söz değildir, demiştir.

         Binaenaleyh bu kadar sözler bütün bütün ehemmiyetten de iskat edilemez. Belki bunların dediği doğrudur, ihtimaline mebni köylerde  yahut birden ziyade yerlerde Cuma kılınan şehirlerde Cuma namazını kıldıktan sonra ulemaya muhalefetten kurtulmak için, ihtiyaten : Bir de zuhru ahir, yani bir de öğle namazı kılmak mendubdur. İşi tehlikeden kurtarmak, sağlama bağlamak daha iyidir.

         Bunun mendub olması da, bazı müteahhirinin sözünü kuvvetli görüp de evvelkisini zaif gören kimseler içindir. Yoksa bunu zaif görüp de evvelkisini kuvvetli görenler için zuhru ahir kılmak mendub halinde kalmayıp, vacib bile olur.  (Yani mesela bir adam dese ki on haneli bir köyün beş vakit namaz için yapmış oldukları bir camiileri vardır, o köyün Cuma ile mükellef olan adamları toplanacak olursa, o camii almaz, birazı dışarı kalır. Çünkü camii küçük yapılmıştır. Bazı müteahhirin-i ulemaya göre, camileri küçük olduğu için bu on haneli köye mısır yani şehir demek lazım geliyor, ve Cuma kılmak caiz oluyor. Mekke ile Medine, ahalisi bir camilerini dolduramadıkları için, yani camileri büyük yaptıkları için bu iki memlekete şer’an köy demek ve Cuma kılınmaz demek lazımgeliyor. Halbuki Aleyhissalatü vesselam efendimizin Mekkede ve Medinede bizzat Cuma kıldırdığı ve bugüne kadar kılınıp gelmekte olduğu herkesçe malumdur. Binaemaleyh evvelki rivayetler doğru olup, bazı müteahhirinin İmam-ı Yusufa nisbet ettikleri rivayet  hata olsa gerektir dese,  ve bir de bidayei islamdan müteahhirinin zamanına gelinceye kadar memalik-i islamiyyenin kaffesinde ve en büyük memleketlerde bile Cuma bir yerde kılındığı ve umum ahaliyi, beş vakit namaz için yapılmış olan camilerin bir tanesi alamıyacağı tabii bulunduğundan, memleket harcine çıkıp bayram ve cumayı orada kıldıkları tevatürlü rivayet edilmekte ve bu günde bazı memleketlerin harcinde görülmekte olan mihrab ve minber gibi asar da buna şehadet etmekte ve İmam-ı Yusufun Cuma günleri Bağdad köprüsünü kestirip iki tarafta Cuma kılınmasına öyle müsaade ettiği rivayetleri de bunu teyid etmektedir. Binaenaleyh dinin ve ilm-i dinin en kuvvetli zamanlarında memalik-i islamiyyenin kaffesinde asırlarca bütün müslümanların bu nokta üzerinde müttefik bulunmaları ve bu suretle bila itiraz teamülleri, evvelki rivayetin doğru olduğunu ve bazı müteahhirinin İmam-ı Âzama nisbet ettikleri her camide kılınabilir rivayetin zaif olduğunu göstermektedir, dese işte o adam için yani bu kanaatte bulunan adamlar için ihtiyaten bir de zuhru ahir yani bir de öğle namazı kılmak mendub halinde kalmayıp vacib olur, kılmazsa günahkar olur.)

         Hatta asıl ihtiyat, kariyyelerde kılmayıp şehirlerde kılmak ve şehirlerde yalnız bir yerde kılmak, bu mümkün olmadığında zuhru ahiri unutmamaktır, diyorlar. (117) (Muhteha elenhur, C. 1, S. 99 Cuma bahsi ve İbni Abidin Cuma bahsi, Zuhuruahir Bölümü) İşte bazı müteahhinin bu adeti ihdas eylemelerine karşı, şüpheyi kesmek için bir de zuhru ahir kılınmasını gerek bu adeti çıkaran ve gerek buna razı olmayan bilumum ulemanın müttefikan kabul eylemeleri ve müttefikan fetvalar vermeleri ihtiyatın meşruiyyetini ve ne dereceye kadar caiz-i ehemmiyet olduğunu göstermektedir.

         Gerçi (Bahr) kitabının sahibi, zuhru ahir kılınmamalıdır, demiş ise de bundan maksadı başka olduğunu yine kendisi şu suretle anlatıyor, diyor ki : Ben zuhru ahir kılınmaması için defatle fetvaler vermiştim, lakin bundan maksadım başka idi : Alali, yine sair günler gibi Cuma günü de öğle namazı kılıyoruz. Şu halde Cuma günü dahi üzerimize farz olan öğle namazı imiş der de Cuma namazını nafile bir namaz sırasına çıkarıyorlar, diye korktum da onun için böyle söylemiştim. Yoksa meseleyi böyle yanlış bellemiyecek olanlar yanlış belleyecek olanlardan saklı olarak yine kılmalıdırlar, diyor. (118) (Durru Muhtar, Cuma bahsi)  

         Demek oluyor ki zuhru ahirin ihtiyat olduğuna ve ihtiyatın meşru olduğuna (Bahr) sahibi de muhalefet etmiş olmuyor. (Bahr) in, (zuhru ahir kılınmamalıdır) sözüne binaen bu sözü söyleyen diğer bazı kitablar dahi sözlerinin nihayetinde bu söz ahalinin meseleyi yanlış bellemek korkusiyle söylenmiş bir söz olduğunu onlar da ikrar ediyorlar.

         Şu halde zuhru ahirin esas itibariyle ihtiyat olduğuna ve ihtiyatın meşru olduğuna hiç muhalefet eden olmamıştır.

         Bir hadis-i  şerifte : Şüpheli şeyleri bırakımız, şüphesiz olanlarına gidiniz buyurulmuştur. (119) (Berika, C. 3, 225)  Yine bir hadis-i şerifte şüpheli şeylerden sakınan kimseler, dinini ve ırzını töhmetten kurtarmış olur, buyurulmuştur. (120) (Fethulbari Kenari, Buhari Şerifden, C. 1, S. 95)  Yine bir hadis-i şerifte : Haram malum, halal de malum, bu ikisinin arasında olan şeyler şüpheli olan şeylerdir. Her kim şüpheli şeyler içine düşerse harama düşmesinden çok korkulur buyurulmuştur. (120) (Fethulbari Kenari, Buhari Şerifden, C. 1, S. 95)

         İhtiyatın meşruiyyeti ve derece-i ehemmiyeti böyle, nakillerle sabit olduğu gibi aklen de malumdur. Mesela ata binmek isteyen bir adam, ne olur, ne olmaz der de kolanını sıkıştırır, öyle binerse ihtiyat etmiş olur, eğer zarar yok der de sıkıştırmadan binerse ihtiyatı terketmiş olur. Bunun hangisi iyi olduğu aklen de malumdur. Eğer at deli bir at olursa, kolanını sıkmak vacib derecesinde mühim olacağı da tabiidir. Bahusus din meselelerinde ve bahusus ibadete müteallik olan yerlerde işin akıbeti itibariyle ihtiyatın ehemmiyet-i fevkaladesi vardır.

         Binaenaleyh beş vakit namazda hilaf-ı sünnet okumanın ve teravih namazını hatmsiz kılmanın caiz olduğu hakkındaki ağızda gezen sözlerin bütün manasiyle boş sözler olduğunu buraya kadar serdeyleyen delailden irdak edemiyenler, ihtiyat noktasından yine sünnet veçhile kılmaları lazım geldiği sabit olmuş oluyor.